HÜMANİZMİN PERDE ARKASI

Hümanizm” kavramı çoğu insanın aklında olumlu mesajlar çağrıştırır. “İnsan sevgisi”, “barış”, “kardeşlik” gibi. Ancak felsefi anlamda hümanizmin daha da önemli bir anlamı vardır: Hümanizm, “insanlık” kavramını, insanların yegane amaç ve odak noktası haline getiren bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcımız olan Allah’tan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır. Hümanizmin bu anlamı, özellikle de kelimenin Batı dillerindeki kullanımında belirgindir. Hümanizmin İngilizce’deki sözlük anlamı şu şekildedir:

En iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan düşünce sistemi.

Hümanizmin en açık tarifini ise, bu felsefeye inananlar yapmıştır. Günümüzün önde gelen hümanist sözcülerinden biri olan Corliss Lamont, The Philosophy of Humanism (Hümanizm Felsefesi) adlı kitabında şöyle yazar:

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde-enerjidir… (Hümanizme göre) Doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. ( Lamont, The Philosophy of Humanism 1977, s. 116)

Görüldüğü gibi, hümanizmin temeli doğrudan ateizme dayanmaktadır.


Bu gerçek, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli “manifesto” yani beyanname vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra, 1973’te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyid etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto’yu imzalayan binlerce düşünür, bilim adamı, yazar, medya üyesi vardır ve bu doküman hala son derece aktif olan American Humanist Association (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından savunulmaktadır.
Manifestoları incelediğimizde, her ikisinde de en temel görüşün; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi, bilinen ateist dogma ve propagandalar olduğu görülür. Örneğin I. Hümanist Manifesto’nun ilk altı maddesi şu şekildedir:

Biz aşağıdaki görüşleri ilan ediyoruz:

Dinsel hümanistler, evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.

  • Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
  • Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel dualizmi reddederler.
  • Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
  • Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir…
  • Bizim kanaatimiz gelmiştir ki, teizm, deizm, modernizm ve çeşitli “yeni düşünce”lerin zamanı geçmiştir.(http://www.humanist.net/documents/manifesto1.html )

Yukarıdaki maddeler, materyalizm, Darwinizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan ortak bir felsefenin ifadeleridir. İlk maddede “evren sonsuzdan beri vardır” şeklindeki materyalist dogma öne sürülmektedir. İkinci madde, insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan var olduğu iddiasıdır. Üçüncü maddede, insan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. Dördüncü maddede “kültürel evrim” iddiası öne sürülmekte ve insanın “fıtratının” (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. Beşinci madde, Allah’ın evren ve insan üzerindeki hakimiyetini reddetmektedir. Altıncı madde ise, “Teizm”in, yani Allah inancının terk edilmesi gerektiğini, bunun “zamanın gereği” olduğunu savunmaktadır.

Hümanizm, insanın “yaratılmamış” olduğu iddiasını, felsefesinin temel doktrini haline getirmiştir. I. Hümanist Manifesto’nun ilk iki maddesi, doğrudan bu doktrini ifade eder. Hümanistler bu iddialarında bilimin kendilerini desteklediği iddiasındadırlar.
Oysa yanılmaktadırlar. I. Hümanist Manifesto’nun yayınlanmasından bu yana, bu felsefenin hümanistlerce “bilimsel gerçek” gibi gösterilen iki dayanağı (yani sonsuzdan beri var olan evren fikri ve evrim teorisi) doğrudan bilimin kendisi tarafından çürütülmüştür:

1) Sonsuzdan beri var olan (yani yaratılmamış) evren fikri, I. Hümanist Manifesto’nun yazıldığı yıllarda başlayan bir dizi astronomik ve fiziksel bulgu ile çürümüştür. Günümüzde, ortaya çıkan bilimsel kanıtlar nedeniyle, bilim dünyası “evrenin yaratılışı” anlamına gelen Big Bang’i kabul etmektedir ve bu, hümanistleri çıkmaza sokmaktadır. Ateist düşünür Anthony Flew’un ifadesiyle, “Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.”( Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse, Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL, Open Court Publishing, 1992, s. 241 )

2) I. Hümanist Manifesto’nun en büyük bilimsel dayanağı konumundaki evrim teorisi de yine Manifesto’nun kaleme alınmasından sonraki on yıllar içinde bilimsel olarak büyük bir çöküş yaşamıştır. Modern biyoloji, canlıların evrim teorisinin öne sürdüğü gibi doğa kanunlarının ve rastlantıların ürünü olmadıklarını, her organizmada yaratılışı kanıtlayan “bilinçli tasarım” örnekleri bulunduğunu göstermektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, 2000)

I. Hümanist Manifesto’nun insanlığı geride bırakan veya çatışmaya sürükleyen etkenin dini inançlar olduğu şeklindeki çarpık iddiası da, tarihsel tecrübelerle çürümüştür. Hümanistler, dini inançlar ortadan kaldırıldığında insanlığın mutluluk ve huzur bulacağını öne sürmüşler, oysa bunun tam aksi yaşanmıştır. I. Hümanist Manifesto’nun yayınlanmasından 6 yıl sonra patlak veren II. Dünya Savaşı, tamamen din-dışı bir ideoloji olan faşizmin insanlığa getirdiği felaketlerin belgesidir. Hümanist bir ideoloji olan komünizm, önce Sovyetler Birliği’nde, ardından da Çin, Kamboçya, Vietnam, Kuzey Kore, Küba ve çeşitli Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde insanlığa eşi benzeri görülmemiş bir vahşet yaşatmış, toplam 120 milyon insanın hayatına mal olmuştur. Batı tipi hümanizmin (kapitalist sistemlerin) de kendi toplumlarına ve dünyanın diğer bölgelerine barış ve mutluluk getiremediği açıktır.

Manifesto’nun en belirgin özelliği ise, 1933 yılındaki ilk manifestonun din aleyhtarı çizgisini aynen korumasıydı:

1933’te olduğu gibi, hümanistler hala, geleneksel teizmin, özellikle de duaları işiten, insanları dikkate alan ve dualarına cevap veren Tanrı inancının, kanıtsız ve zamanı geçmiş bir inanç olduğu düşüncesindedirler… Vahiy, Tanrı, ibadet veya inanç kavramlarını insan ihtiyaçlarının veya tecrübelerinin üzerine çıkaran geleneksel, dogmatik veya otoriter dinlerin, insan türüne zarar verdiğine inanıyoruz… Teist olmayanlar olarak, Tanrı’yla değil insanla, kutsallıkla değil doğayla işe başlıyoruz. (http://www.humanist.net/documents/manifesto2.html)


John Lennon, “Hayal et ki hiçbir din yok” şeklindeki sözleriyle, hümanist felsefenin 20. yüzyıldaki önemli propogandacılarından biriydi.

Bunlar son derece yüzeysel izahlardır. Dini anlamak için derin bir akıl ve kavrayış gerekir. Bunların başlangıç noktası ise, samimiyet ve ön yargıdan uzak olmaktır. Hümanizm ise, ilk baştan dine ve Allah’a karşı çıkan insanların, bu ön yargılarını akılcı ve bilimsel gibi gösterebilme çabasından başka bir şey değildir. Hümanistlerin, Allah inancını ve İlahi dinleri “kanıtsız ve zamanı geçmiş inançlar” olarak tarif etmeye çalışmaları ise, aslında yeni bir fikir değil, binlerce yıldır inkarcılar tarafından ileri sürülen bir iddianın tekrarıdır. Allah Kuran’da bu inkarcı düşünceyi şöyle bildirir:

Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.
Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez.
Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Eskilerin masalları” dediler. (Nahl Suresi, 22-24)

Ayetlerde, inkarcıların din için hep “eskilerin masalları” dedikleri ve bu inkarın gerçek nedeninin kalplerindeki büyüklenme hissi (kibir) olduğunu haber vermektedir. “Hümanizm” denilen felsefe ise, ayette tarif edilen bu inkarcı düşüncenin sadece bu çağa ait bir tanımıdır. Bir başka deyişle hümanizm, bu felsefenin bağlılarının iddia ettiği gibi “yeni” bir düşünce değil, tarihin eski dönemlerinden beri inkarcıların “dünya görüşü” olmuş olan köhne bir yanılgıdır. Nitekim hümanizmin Avrupa tarihindeki seyrini incelediğimizde, bu konuda çok somut gerçekler ortaya çıkmaktadır.

  • Hümanizmin Kabalistik Kökenleri 

Kabala’nın, Allah’ın İsrailoğulları’na verdiği hak dinin içine giren, onu dejenere eden ve asıl kökenleri Eski Mısır’a uzanan bir öğreti olduğunu incelemiştik. Bu öğretinin temelinde ise, insanı “yaratılmamış, sonsuzdan beri var olan ilahi bir varlık” olarak gören sapkın bir anlayış yattığını görmüştük.

İşte Avrupa’ya hümanizm bu kaynaktan girdi. Hıristiyanlık inancında Allah’ın varlığına ve tüm insanların O’nun yarattığı aciz kullar olduğuna iman esastı. Ancak Tapınakçı geleneğin Avrupa’da yayılmasıyla birlikte, Kabala bazı düşünürleri cezbetmeye başladı. Böylece 15. yüzyılda Avrupa fikir dünyasına damgasını vuran hümanizm akımı başladı.
Hümanizm ile Kabala arasındaki bu bağlantı, tarihsel olguların perde arkasını araştıran pek çok kaynakta vurgulanır. Bu kaynaklardan biri, Vatikan Papalık Kutsal Kitap Enstitüsü’nde tarih profesörü olan ünlü yazar Malachi Martin’in The Keys of This Blood (Bu Kanın Anahtarları) adlı kitabıdır. Prof. Martin, hümanistlerde açıkça gözlemlenen Kabala etkisini şöyle anlatıyor:

Rönesans İtalyası’nın erken dönemlerinde kendini gösteren alışılmışın dışındaki belirsizlik ve isyan atmosferinde, kurulu düzenin tüm kontrolünü etkisiz hale getirmeyi amaçlayan hümanist derneklerin faaliyetleri başladı. Bu tür amaçlara sahip olduklarından bu dernekler, en azından başlangıç için, gizlilik yoluyla korunmalıydılar. Ancak gizliliğin yanı sıra bu hümanist grupların belirgin bir özellikleri daha vardı; bu dernekler Kilise ve diğer otoriteler tarafından yapılmış olan İncil’in geleneksel yorumuna ve Kilisenin sivil ve politik alanda getirdiği felsefi ve dini zorunluluklara başkaldırıyorlardı… Bu cemiyetlerin Kutsal Kitabın orijinal mesajı ile ilgili farklı yorumları vardı. Bu anlayışlarını Kuzey Afrika’da, özellikle Mısır’da bulunan birtakım mezhep ve doğaüstü kaynaklardan alıyorlardı; bunların başında da Yahudi Kabalası geliyordu… İtalyan hümanistleri zamanla Kabala konusunda daha da ileri giderek, Kabala’yı bir yol gösterici olarak kabul ettiler. Gnosis (Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde doğmuş ve yine Kabala ile bağlantılı olan metafizik gelenek) kavramını tekrar yorumladılar. Ve bu kavramı, büyük ölçüde bu dünya merkezli hale getirdiler. Yapmak istedikleri şey, Kabala yoluyla, tabiatın gizli güçlerini sosyopolitik amaçlar için kullanmaktı.
Kısacası, o dönemde kurulan hümanist dernekleri, Avrupa’ya hakim olan Katolik kültürün yerine kökenleri Kabala’dan gelen yeni bir kültür yerleştirmek, bu amaca yönelik bir “sosyopolitik değişim” gerçekleştirmek hedefindeydiler. Bu kültürün kaynağında, Kabala’nın yanında, Eski Mısır öğretileri bulunması ise ilginçti. Prof. Martin şöyle yazıyor:

Bu hümanist cemiyetlerin üyeleri, ‘Kainatın Ulu Mimarı’nı aradıklarını ve kendini ona adadıklarını söylüyorlardı. ‘Kainatın Ulu Mimarı’, dört kutsal İbranice harfle yani, YHWH ile tanımlanıyordu… Hümanistler, bunun yanı sıra, piramit ve göz gibi genelde Mısır kaynaklı olan sembolleri de aldılar. ( Malachi Martin, The Keys of This Blood, s. 520)

Hümanistlerin, günümüz masonluğunda hala kullanılan “Kainatın Ulu Mimarı” kavramını kullanmaları ise oldukça ilginçti. Bu durum, hümanistler ile masonlar arasında bir ilişki olduğuna işaret ediyordu. Nitekim Prof. Martin bu konuda şunları yazıyor:
Bu arada, Avrupa’nın diğer kuzey bölgelerinde, hümanistlerle paralel olan daha önemli bir birlik oluştu. Hiç kimsenin önemini hemen kavrayamadığı bir birlik… 1300’lerde Kabalist-hümanist cemiyetler kendilerini yeni yeni oluşturmaya başlamışken, İngiltere, İskoçya ve Fransa’da Ortaçağ duvarcı loncaları bulunmaktaydı. Bu loncalar, yavaş yavaş mason locaları haline geldiler. Ve o dönemlerde yaşayan hiç kimse masonlarla İtalyan hümanistler arasında bir fikir birliği olduğunu tahmin edemezdi… Masonluk, hümanistler gibi Roma Katolik Kilisesi’nden tamamen uzaklaştı. Ve yine, İtalyan hümanist mezhebinde olduğu gibi masonlar, kendilerini büyük bir gizlilik prensibi içinde koruyorlardı.

Bu iki grubun başka ortak yönleri de vardı. Spekülatif masonluğa ait yazı ve kayıtlardan İtalyan hümanistlerindeki Kainatın Ulu Mimarı inancının masonlarca da aynen kabul edildiği anlaşılıyordu… Bu ‘Ulu Mimar’, (Katolik inancından farklı olarak) maddesel evrenin bir parçası ve ‘aydınlanmış’ düşünce yapısının bir ürünüydü… (Hümanistlerin ve masonların kabul ettiği) bu yeni inancın, klasik Hıristiyan inancı ile uzlaşan hemen hiçbir yönü yoktu. Günah, cehennem, cennet, peygamberler, melekler, rahipler ve Papa gibi pek çok kavram inkar ediliyordu.

Kısacası, Avrupa’da 14. yüzyılda, kökenleri Kabala’ya dayanan hümanist ve masonik bir örgütlenme doğmuştu. Ve bu örgütlenme, Allah’ı Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslam’da olduğu gibi, tüm kainatın yaratıcısı, hakimi ve tüm insanların tek Rabbi ve İlahı olarak görmüyordu. Bunun yerine, “Kainatın Ulu Mimarı” gibi farklı bir kavram kullanıyordu ve kastettikleri bu varlık, onlara göre “maddesel evrenin bir parçası”ydı.

Bir başka deyişle, 14. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan bu gizli örgütlenme, Allah’ı üstü kapalı olarak inkar ediyor, “Kainatın Ulu Mimarı” kavramı altında, maddi evreni ilah olarak kabul ediyordu.
Bu çarpık inancın daha açık bir tarifini görmek istersek, bir anda 20. yüzyıla uzanabilir ve günümüz masonlarının kendi üyelerine mahsus olarak çıkardıkları yayınlara bakabiliriz. Örneğin en kıdemli Türk masonlarından biri olan Selami Işındağ’ın, genç masonları eğitmek için yazdığı ve 1977 yılında sadece masonlara mahsus olarak yayınlanan Masonluktan Esinlenmeler adlı kitabında, masonların “Evrenin Ulu Mimarı” hakkındaki inancı şöyle anlatılır:

Masonluk Tanrısız değildir. Ama onun benimsediği Tanrı kavramı, dinlerdekinin aynı değildir. Masonlukta Tanrı bir yüce prensiptir. Evrimin son aşaması, doruğudur. Öz varlığımızı eleştirerek, kendi kendimizi tanıyarak, bilerek, bilim, akıl ve erdem yolundan yürüdükçe, onunla aramızdaki açı azalabilir. Sonra, onda insanların iyi ya da kötü nitelikleri yoktur. Kişileştirilmemiştir. Doğanın ve insanların yöneticisi sayılamaz. Evrendeki büyük ve yüce çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarıdır. Evrendeki tüm varlıkların toplamıdır. Herşeyi kapsayan total güçtür, enerjidir. Bütün bunlara karşın, onun bir başlangıç olduğu benimsenemez… Büyük bir gizem (sır)dır. (Dr. Selami Işındağ, Sezerman Kardeş VI, Masonluktan Esinlenmeler, İstanbul 1977, s. 79)
Yine aynı kaynakta, masonların “Kainatın Ulu Mimarı” derken, aslında doğayı kastettikleri, yani “doğaya tapındıkları” şöyle ifade edilir:

Doğa dışında bizi yöneten, düşünü ve davranışlarımızdan sorumlu bir güç olamaz… Masonik ilke ve öğretiler, temellerinde bilim ve akıl bulunan bilimsel gerçeklerdir. Ekosizmin temel koşulu budur… Tanrı salt evrimdir. Bunun bir ögesi de doğanın gücüdür. Böylece salt gerçek de evrenin kendisi ve onu kapsayan enerjidir…
Türk masonlarının üyelerine özel yayın organlarından biri olan Mimar Sinan dergisinde ise, aynı masonik felsefe şöyle açıklanır:
Evrenin Ulu Mimarı sonsuza doğru bir eğilim demektir. Sonsuza bir gidişi anlatır. Bize göre bir “yaklaşım”dır. Sonsuzluktaki saltığı (absolu/tamlık), mükemmeli, aramak ve tekrar tekrar aramak demektir. Düşünen Masonla, kısacası bilinç’le, yaşanan an arasında bir mesafe oluşuyor. (Dr. Selami Işındağ, Sezerman Kardeş VI, Masonluktan Esinlenmeler, İstanbul 1977, s. 79)
İşte masonların “biz Allah’a inanıyoruz, aramıza ateist olanları kesinlikle almayız” derken kastettikleri “inanç” budur. Masonluk gerçekte Allah’a değil, kendi felsefesi içinde ilahlaştırdığı “doğa”, “evrim”, “insanlık” gibi hümanist ve natüralist kavramlara tapınmaktadır.

Nitekim masonik literatürü biraz incelediğimizde, bu örgütün aslında “örgütlü hümanizm”den başka bir şey olmadığı ve amacının tüm dünyada din-dışı, hümanist bir düzen kurmak olduğu ortaya çıkar. 14. yüzyıl Avrupası’nın hümanist derneklerinde doğan fikirler, günümüz masonları tarafından aynı şekilde korunmakta ve savunulmaktadır.

Yorum bırakın